Koku, Koku Algısı, Parfümler
Vedat Ozan
Açık Radyo “Koku” programı yapımcısı
Koku, hayatımızın ortak öğelerinden biridir. Çünkü hepimiz yaşamak için nefes almak zorundayız. Nefesi almamız iki saniye, vermemiz ise üç saniye sürer. Günde ortalama 23 bin kere tekrarladığımız, beş saniyelik bir işlem hayatta kalmamızı sağlar. Nefes aldığımızda burnumuza sadece hava değil, çevredeki şeylere ait moleküller de girer; bunların bir kısmı da koku molekülleridir. Biz her ne kadar fark etmesek de, günde 23 bin kere koklama işlemi yaparız.
Koklama işlemi sırasında burnumuza giren koku moleküllerini, burun içindeki mukozamsı tabakada bulunan koku reseptörleri karşılar. Bu reseptörler, moleküllerden aldıkları uyarıyı elektrik sinyallerine dönüştürerek beynimize gönderirler. Beynimizde bu sinyalleri karşılayan bölge aynı zamanda hafıza ve duygu işleme merkezi olan “limbik sistem”dir. Dolaysız yoldan limbik sisteme erişen koku, bu yüzden önce duyguyu yaşatır, sonra tanımlamasını getirir. Yani bir fotoğrafa baktığımızda “burada bahçe içinde bir ev var, aynı eskiden gittiğimiz yazlık ev, o evde mutlu günlerim oldu” gibi bir düşünce akışı içinde mutluluk duygusuna ulaşmayız; bilakis önce mutluluk (veya mutsuzluk) duygusu yaşayıp, arkasından bu duygunun sebebini düşünebiliriz. Kokunun diğer dört duyudan en önemli farkı da bu duygu ve hafıza merkezine direkt erişimidir.
Bu duyuyu çok erken dönemde geliştiriyoruz. Daha anne karnında 8 haftalıkken kokuya ilişkin gelişmeler göstermeye başlıyoruz. İçinde uzun süre geçirdiğimiz plasenta sıvısı, anne kokusunu (buna annenin yediğinin içtiğinin kokusu da dahil) hafızamıza kazıyor. Bu nedenle bebek doğduktan sonra annesini tanımak için koku duyusundan faydalanıyor. Görme duyusu gelişene kadar bebek bulanık görüyor; net görebilmesi için nesnelerin 30-40 santim mesafede olması gerekiyor ki, bu mesafe emzirilirken kafasını kaldırdığında annesinin yüzüyle olan mesafeye denk düşüyor. Bebek doğumla aniden, karanlık ve pes seslerin olduğu bir ortamdan aydınlık ve gürültülü bir ortama geçiş yapıyor. Bu geçiş sırasında içerdeki hayatı ile dışarıdaki hayatı arasında kurabildiği tek bağ, tek ortak nokta koku. Rahat olduğu ortamın kokusu, doğumdan sonra da onu rahatlatıyor; mesela ağlayan bebeklere annenin kokusu sinmiş bir giysi koklatıldığında sakinleşebiliyorlar.
Burundaki reseptörlerin sayısı insanda 20 milyon, köpeklerde 220 milyon civarındadır. Bu demektir ki, köpekler bizim alamadığımız zayıflıktaki kokuları bile alabiliyorlar. Köpekler bizden daha fazla çeşit koku tanımıyorlar, ama aynı kokuları daha düşük seviyelerde bile alma yetenekleri daha fazla. Normal bir insan burnu 10 bin ile 40 bin arasında farklı koku molekülünü ayırt edebilir. Bu aradaki farkı eğitimle aşmak ve daha fazla kokuyu tanıyabilmek mümkündür. Zaten koku tasarlayanlar da böyle bir eğitimden geçerek öncelikle koku tanımayı öğreniyorlar. Bunun için kokladığınız her kokuya hayali bir “etiket” takmanız gerekiyor. Daha sonra bu kokuları duyduğunuzda, etiketi hatırlıyor, kokuyu bilebiliyorsunuz.
Her ne kadar insanlık tarihinin son dönemlerinde koku duyusunu hedonik, yani keyfe dayalı bir algı olarak kullandığımızı düşünsek de, mağara öncesi veya mağara dönemindeki atalarımız için koku keyif aracı olmaktan çok bir uyarı aracıydı. Yiyeceklerin yenebilir olup olmadığı, yeni yiyecek kaynaklarının yönü, etrafta düşman olup olmadığı gibi pekçok konuda atalarımız koku duyusuna başvuruyordu. Hoş kokmayan yiyeceği tehlikeli olma ihtimali yüzünden reddediyordu.
Koku uygun olsa da tat uygun değilse, zehirli olabileceği endişesiyle yiyeceği gene reddedebiliyoruz. Tat duyumuzun son yıllarda katılan beşinciyi de katarsak beş ana kulvardan oluştuğunu biliyoruz. Bu kulvarlar içindeki “acı” ve “ekşi” alarm çanları çaldırıyor ve içgüdüsel olarak böyle yiyecekleri reddediyoruz. Ama bunu bilebilmek için yiyeceği tatmamız ve bunun için de koku duyumuzun onun yenilebilir olduğuna dair sinyal vermesi gerekiyor. Yani bir yiyecek önce koku testi sonra tat testinden geçtikten sonra beynimizde yenebilir kabul edilebiliyor.
Tat duyumuzun beş kulvarı var dedik. Oysa biliyoruz ki binlerce farklı lezzetle beraber yaşıyoruz. Burada yapılan bir hata var, lezzete de tat deniliyor. Oysa lezzet tadın da içinde yer aldığı bir karışım. Bu karışımın %80’ini koku duyusu oluşturuyor. Koku, tat, yiyeceğin ısısı ve dokusu, hepsi bir arada bu lezzet duygusunu oluşturuyor. Burnumuzu kapatarak içmemiz veya yememiz halinde kola ile gazozu, elma ile patatesi ayırmamız imkansız. Bu da lezzet dediğimiz duygu içinde koku duyumuzun önemini göstermeye yetiyor. Bu duyuya hitap eden dev bir endüstri var. İşlenmiş gıdalar endüstrisi. Portakallı gazoz, vişneli gazoz veya biftek aromalı cips vs. dediğimizde, aslında tat farkından değil, koku farkından söz ediyoruz.
Yüzdeki trigeminal sinir beklenmedik durumlarda korunma tepkisi gösterir. Soğan doğrarken göz yaşarmasının veya karabiber serperken hapşırmanın sebebi trigeminal sinire yapılan uyarılardır. Bunlar için koku duyusunu sorumlu tutmaya meyletsek de trigeminal sinirle koku duyusunun ilgisi yoktur.
Koku, sadece gıda maddelerinin içinde kullanılmaz. Her alanda kullanılan pekçok ürün, koku katkılarıyla cazip hale getiriliyor. Örneğin çamaşır yumuşatıcısı ararken önce kapağını açıp kokluyor, hoşumuza giderse alıyoruz. Oysa yumuşatıcının kokusunun çamaşır yumuşatmayla ilgisi yoktur. Ancak koku, hafıza işleme merkezine direkt erişir; bu avantajdan yararlanılarak genel olarak olumlu duygu uyandıracağı bilinen kokular ürünlere konur ve koklanınca hoş hissettirerek ürünü satın almamız sağlanır.
Sadece temizlik ürünleri değil, kokulandırılmamış halleri tahmin edilemeyecek kadar kötü kokabilen kişisel bakım ürünleri, yani losyon, krem veya ruj gibi ürünlerde de koku kullanılıyor. Kimse kötü kokulu birşey almak istemediğinden, bakım ürünleri endüstrisi de bu ürünlerin doğal kokularını önce nötralize ediyor, ardından üzerine hoş bir koku iliştirerek cazip hale getiriyor.
Doğada mevcut her kokulu kaynak, aslında birer ilahi parfüm formülü gibi. Gül kokusu dediğimizde, bir araya gelmiş 200’ün üzerinde molekülden bahsediyoruz. Gül kokusunun içindeki bazı moleküller, ortak olarak başka koku kaynaklarında, mesela lavantada da bulunabiliyor, ancak hem o koku içindeki yüzdesi, hem de kendisine eşlik eden moleküller farklı olduğu için gül ve lavantada farklı kokular alıyoruz. Kokuların “ilahi formülü”nü oluşturan bu molekülleri teknoloji sayesinde ayırabiliyor, bazılarını çıkarabiliyor veya yenilerini ilave edebiliyoruz. Bu şekilde, soyut dediğimiz güncel parfümlerin kompozisyonlarına ulaşıyoruz. Bazı koku moleküllerini ait olduğu bitkide ayırmakla kalmıyor, laboratuar ortamında başka bir malzemeden de üretebiliyoruz.
Kokuların uyarı aracı olmasıyla keyif aracı olması arasında bir de tedavi edici oldukları dönem vardır. Aslında “aromaterapi” dediğimiz yöntemde önemli olan bitkinin kokusu değil, kokunun bitkisidir. Pekçok koku yapay olarak üretilip aromaterapatik olduğu iddiasıyla satıldığından aromaterapi son derece suistimale açıktır. Bitkisel kaynaktan gelmeyen kokunun tedavi edici olma özelliğine aromaterapatik demek doğru değildir. Kaynağına bakılmaksızın, kokunun sağladığı iyileşme haline ilişkin disipline aromaterapi değil “aromakoloji” deniyor. İkisi birbirine karıştırılmamalıdır. Marketten ucuza satın aldığınız, üzerinde “aromaterapatik” ibaresi bulunan bir şampuan sadece aromakolojiktir. Yani sadece koku hafızanıza ve duygudurumunuza (emotion) etki ederek iyi hissetme hali sağlar. Sakinleştirebilir, canlandırabilir vb., ancak ilaç gibi değil plasebo gibi fayda sağlar.
Bir kelimeye bilmeden olumlu veya olumsuz bir anlam atfedildiğinde hata yapılabiliyor, tezler doğru olsa da çürütülebiliyor. “Kimyasal” diye hiç birşey toptan reddedilmemelidir. Kimyasallar ile iç içeyiz. Ben günde 3 litre iki hidrojen ve bir oksijen içiyorum. Yani su da bir kimyasal ve son derece yararlıdır. Bunun tam karşıtı bir tutum olan “doğal olana saf güven duymak” da yanlıştır. Zehirler de bir zamanlar doğal malzemeden yapılırdı. Miktara dikkat etmeden süreceğiniz karanfil yağı veya bergamot yağı hiç de olumlu sonuç vermeyebilir. Zira bu tip malzemelerde miktar ve seyreltilme yoğunluğu sağlık açısından çok önemli tehlikeler içerebilir. Bu nedenle doğal ürün kullanırken mutlaka uzmanından destek almak gerekir.
Koku alma duyusu bazı kişilerde zamanla yitirilip hayatı cehennem edebilir. Koku olmadan yenilenden lezzet almak, nostalji yaşamak veya cinselliğin zenginliğine ulaşmak mümkün değildir. Koku alamama haline “anosmia” denir. “a” olumsuzluk eki, “osmia” ise koku demektir. Bu durum kişileri depresyona sokabilir ve intihara kadar götürebilir. Koku duyusu kaybı için baş bölgesine darbe almak, küçük bir trafik kazası geçirmek yeterli olabiliyor. Futbolcuların topa kafa vurmaktan, boksörlerin de darbe almaktan dolayı koku alma duyuları genelde oldukça düşüktür. Koku duyusu zayıflaması ve kaybı, başka önemli rahatsızlıkların, mesela Parkinson hastalığının habercisi olabilir. Ancak bu denli hayati bir duyunun kaybı maalesef görme veya işitme duyusu kaybı gibi bir “engellilik” hali sayılmaz ve sigorta kapsamına girmez.
Bitkisel, hayvansal veya çiçeksi olmak üzere koku kaynakları çok çeşitlidir. Hayvansal kaynaklı koku molekülleri oldukça güçlü olup girdikleri karışıma sadece kendi kokularını vermezler, ayrıca diğer koku moleküllerinin de sabitlenme süresini arttırırlar. Bu hayvansal koku kaynaklarına bir örnek misktir. Misk, Moschus moschiferus isimli küçük bir geyiğin testislerinin üzerindeki bezeden çıkarılan kokudur. Moschus, Sanskritçede “testis” demektir. Sadece belli bir bölgede ve erkek geyikten elde edilen bu kokunun bugün doğal olarak elde edilmesi yasaktır. Zira bu kokulu bezeye ulaşmak için avcılar büyük ihtimalle hayvanı telef etmektedir. Üstelik uzaktan erkek ile dişi geyiği ayıramadıkları için neredeyse tüm türü tehdit etmektedir. Tükenmek üzere olması nedeniyle Moschus moschiferus koruma altına alınmıştır. Günümüzde parfüm dahil tüm ürünlerde laboratuarda elde edilmiş yapay misk molekülleri kullanılır.
Miskin bir özelliği, İslam dininin “kurumsal koku”larından olmasıdır. Musevilik, Hristiyanlık, İslam gibi bütün dinler, koku duyusunu kurumsal imajlarının bir parçası olarak çok kullanırlar. Musevilikte çok fazla kokulu tütsü tarifi vardır. Hz. İsa’nın doğumunda onu ziyarete giden üç âkıl insanın elindeki üç hediyeden ikisi kokudur: Mür ve Günlük ağacı. Hz. Muhammed’in terinin kokusu “gül kokusu” olarak tarif edilmiştir. Bugün bir markadan söz ederken onu nasıl logosu, bazen sesi veya kokusu ile hatırlıyorsak, dinsel kurumlar bunu yıllar önce uygulamışlardır. Çok tanrılı inanışlarda, mesela eski Mısır tapınaklarında da kokuya çok rastlanır.
Erken dönem camilerin pek çoğunun harcına misk taneciklerinin karıştırıldığı, güneşin doğması ile beraber buharlaşmaya ve kokmaya başlayan bu moleküller sayesinde, ezana bir de sessiz dua çağrısının eşlik ettiği söylenir. Diyarbakır’daki eski bir camide (Parlı veya İparlı Camii) bunun bir örneği olduğu, minarenin harcında misk kullanıldığı söyleniyor. Yüzlerce yıl ileriye yaptığınız bir inşaatla beraber kokulu bir mesaj bırakabiliyorsunuz. Bu durum hayvansal moleküllerin çok kalıcı ve sabitleyici olduğuna iyi bir örnektir.