19. Yüzyılda Osmanlı Devletinde Bulaşıcı Salgın Hastalıklarla Mücadele
Prof.Dr. Nil Sarı
Biruni Üniversitesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı
Tarih boyunca bazen uzun yıllar süren salgın dönemlerinde dalgalar halinde şiddetlenen bulaşıcı hastalıklar ilk görüldüğü yerden dünyaya canlar alarak yayılırdı. Çiçek ve hıyarcıklı veba gibi hemen bulaşan, hızla yayılan, ürkütücü biçimde ölüme yol açarak insan nüfusunu kırıp geçiren bazı hastalıkların etkenleri tanınmasa da bulaşıcı oldukları biliniyordu. Cüzam ve frengi gibi yavaş ilerleyen, yıllarca kalıcı olabilen, mağdurlarını yaşayan ölülere dönüştüren kronik bazı hastalıkların da bulaştığı biliniyordu.
Bulaşıcı hastalığı olanların toplumdan tecrit edilmesiyle (izolasyon) sağlıklıların korunması fikri çok eskilere dayanır. Mesela, cüzam hastalığına yakalananların toplum ile temaslarının kesilmesi amacıyla cüzamlı evlerinde tecrit edilmeleri, hasta ile sağlıklı insan temasının kesildiği en eski tecrit kurumu olarak bütün dünyada mevcuttu. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de şehir dışlarına yaptırılan cüzamhanelerde hastalar tecrit ediliyordu. Cüzamlı aileler topluma karışmaz, tekke sakinleri gibi münzevi bir ömür sürerdi. Sultan II.Bayezid ve Kanuni Sultan Süleyman cüzam hastalarının halk arasına karışmasını yasaklamıştı. Cüzamın tedavisi olmadığı için kopup düşen el ve ayak parmakları ve açık yaralarla oluşan korkutucu görünümler başkalarından saklanmış olurdu.
Gözle görülen hayvanların insan sağlığına zararı tarih boyunca izlenmişti. Mesela kuduz köpeğin ısırması, zehirli yılanın sokması gibi açıkça gözlenen durumların sonucunda ortaya çıkan belirtiler-şikâyetler ve tedavileri en eski tıp metinlerinde, genellikle zehirler bahsi altında ele alınırdı. Gözle görülen asalakların hastalık yaptığı anlaşılıyor ve çeşitli tedaviler öngörülüyordu. Ancak 19. yüzyılın son çeyreğine kadar, insan vücudunun dışına veya içine yerleşerek hayatını sürdüren asalaklar, mesela bağırsak solucanları, bitler, pireler, keneler toplumda yaygın sağlık sorunlarına yol açmaya devam ediyordu. Sinekler, başta sıtma olmak üzere pekçok hastalığı bulaştıran taşıyıcılardı. Böceklerin-haşeratın ve kemirgenlerin yanısıra çiftlik hayvanları hastalıkları insanlara bulaştırıyordu. Bulaşma yolları bilinmeyen salgın hastalıklar en çok pis ve kokuşmuş havaya atfedildi. Hipokrat’ın miasma teorisine dayanan bu görüş bakterilerin ve virüslerin hastalık etkeni olarak tespitine dek hüküm sürdü.
Yeni Tıbbın Okulu Tıbhâne-i Amire’de Zooloji Eğitimi
19. yüzyılda Osmanlı Devleti hastalıkların yayılmasını azaltmak amacıyla yeni sağlık kurumları açmaya, teşkilatlanmaya ve yasal düzenlemeler yapmaya başladı. Avrupa’da gelişen yeni tıp biliminin ülkeye devlet kanalıyla aktarılması ve bir kurum çatısı altında yürütülmesi gerektiğini düşünen Osmanlı hekimbaşısı Mustafa Behçet Efendinin öncülüğünde 1827’de Tıbhâne-i Amire kuruldu. Türkiye’de zooloji eğitimi, günümüz modern tıp okullarının başlangıcı olan bu okulda verilen tıp eğitimi bünyesinde başlatıldı. İnsana hastalık bulaştıran hayvan ve böcek örnekleri toplandı ve 1839’dan itibaren Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de kurulan ve Numunehane adı verilen mekânda sergilenmeye başlandı. İleriki yıllarda tıp zoolojisi (tıpta hayvan bilimi) ve parazitoloji (asalak bilimi), modernleşen Osmanlı tıbbının öncelikli çalışma alanlarından olacaktı.
Günümüzde tıp zoolojisi yeniden öncelikli sağlık konularındandır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ormanların, dolayısıyla yaban hayatının yok edilişi, et endüstrisinin iştahı ve egzotik ev hayvanı merakı gibi sebeplerle hayvanlardan insanlara bulaşabilen hastalıkların (zoonozlar) ilerleyişine dikkat çekmektedir. Ortak çevrede bulunan insanlarla hayvanların sağlığı yakından bağlantılı olduğundan, hekimler, veterinerler, biyologlar ve çevre mühendisleri birlikte çalışmalıdır. Bu sebeple Dünya Sağlık Örgütü sağlık kurumlarına “tek sağlık yaklaşımı” yönelimini tavsiye etmektedir.
Tahaffuzhanelerde Yolcuların Tecrit Edilmesi
Tarih boyunca salgın bölgelerinden gelenler hastalıkları gittikleri yerlere bulaştırmış; ticaret, yolculuk, savaş, göç ve hac, salgınların hızla yayılmasına yol açmıştı. Çoğunlukla sıçan ve fare gibi kemirgenlerden beslenen pirelerle insana bulaşarak artarda salgın yapan veba hastalığı bulaştığı bölgelerde toplu ölümlere sebep olurdu. Osmanlı Devletinin sınır komşusu Dubrovnik Cumhuriyeti daha 1377’de bulaşıcı hastalıklara karşı bir dizi önlem almış, salgınların hüküm sürdüğü bölgelerden gelen yolcuları belirli bir süre tecrit ederek dünyadaki ilk karantina uygulamasını başlatmıştı. Osmanlı-Dubrovnik sınırından kıyıya kadar bütün Dubrovnik bölgesine yayılan ve çok iyi işleyen bir karantina düzeni kurmuşlardı.
Osmanlı Devleti ilk karantinayı 1831’de İstanbul’da ortaya çıkan kolera salgını nedeniyle geçici olarak uyguladı. Devletin ilk karantina teşkilatı olan Meclis-i Tahaffuz ise 1838’de kuruldu. Bulaşıcı hastalıklarla mücadeleyi tek bir çatı altında yürütecek olan bu Meclisin, belirli kurallar çerçevesinde bulaşıcı hastalıklardan koruma, salgınları önleme ve sosyal düzeni sağlama görevini üstlenen uzman kişilerin biraraya geldiği bir kurum olarak hizmet vermesi tasarlandı. Sıhhiye Meclisi, Karantina Meclisi ve Karantina Nezareti gibi çeşitli isimlerle de anılan Meclisin başkanı dışındaki üyeleri Avrupalı yabancılardı. Karantina Meclisinde görevlendirilebilecek uzman Osmanlı tebaası hekimler bulunamamıştı. Karantina Meclisi’nin kurulmasıyla hastalık görülen köy, kasaba ve şehirlere giriş çıkışlar denetim altına alınmaya başlandı. Hastalığın yayılmasını önlemek için, bulaşıcı hastalık olan bölgeden kara ya da deniz yoluyla gelen yolcular belirlenen ayrı bir yerde, belirli bir süre zorunlu olarak bekletilerek tecrit edildi. Tecrit edilenler için konaklama yerleri, tecrit edilenlerin malları ve hayvanları için büyük ambarlar da gerekiyordu. 1838’de Kuleli Kışlasında hizmete açılan Kuleli Tahaffuzhanesi Osmanlı Devletinin ilk karantinahanesi olarak tarihe geçti. Yolcular ve eşyası karantina süresi olan 15 gün burada bekletilirken eşya tütsülenerek dezenfekte edilirdi. “Koruma evi” anlamındaki tahaffuzhane ismiyle anılan karantina binaları ihtiyaç duyulan vilayetlerde arka arkaya açıldı. Pavyon şeklinde münferit yapılar olarak inşa edilen karantina binalarından bazıları takılıp sökülebilen geçici barakalar şeklindeydi. Tahaffuzhanelerde hastane ve tabip odaları da bulunur, yolcular önce sağlık muayenesinden geçirilir, hasta olduğundan şüphe edilenler tedavi edilmeye çalışılırdı. Sıhhiye Meclisinin denetiminde Osmanlı coğrafyasında açılan tahaffuzhaneler aynı zamanda Avrupa ülkelerinin Osmanlı Devletine siyasi baskı yaptığı mekanlar olarak da bilindi. Karantina süresince tecrit edilen ve ücret ödeyerek tahaffuzhanelerde bekleyen tüccar ve hacılar bu durumdan oldukça şikayetçiydi. Özgürlükleri kısıtlanan tüccarın zarar etme kaygısı, halkın durumun vahametini kavrayamamasının sebep olduğu direnç ve yöneticilerin ilgililerce yanlış yönlendirilmeleri uygulamaları zora soksa da karantinanın yararı büyüktü. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde kalabalıklaşarak kirlenen şehirlerde ve askeri kamplarda kolera ve tifüs salgınları devam ederken, karantina uygulamaları sonucunda yüzyıllarca insanları telef eden veba salgınları hızını kesmişti.
Telkihhane-i Şahane’de Çiçek Aşısı Üretimi
İlacı olmayan çiçek hastalığından insanları korumak amacıyla Edirne’de aşıcı kadınların uyguladığı insandan insana çiçek aşısına şahit olan İngiliz büyükelçisinin hanımı Lady Mary Wortley Montagu 1717’de çocuklarını da aşılatmış ve görüp yaşadıklarını Batı dünyasına tanıtmıştı. Şahsi ve isteğe bağlı olarak kadınların geleneğe dayalı yürüttüğü bu aşı uygulaması Türk usulü çiçek aşısı olarak tarihe geçti. İnekten süt sağarken inek çiçeği bulaşmış kadınların çiçek hastalığına yakalanmadığını öğrenen İngiliz hekim Edward Jenner sekiz yaşındaki bir erkek çocuğunu 1796’da inek çiçeği ile ilk kez aşılayarak hastalığa bağışıklık kazandırdığında ne hastalığın etkeni, ne de aşının nasıl olup da hastalıktan koruduğu henüz bilinmiyordu. Osmanlı döneminde 1800’lü yıllardan itibaren yapılmaya başlanan inekten insana çiçek aşısı 1839’dan sonra Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’nin faaliyetleri arasında yer aldı. 1843’te İstanbul’da görülen çiçek salgınında hastanelerin yetersiz kalması dolayısıyla Bezmiâlem Valide Sultan, Vakıf Gureba Hastanesini yaptırdı. 1845-47 yıllarında İstanbul’un civar köylerindeki çiçekli ineklerden hazırlanan aşılarla çocuklar aşılandığında tam başarılı olunamamıştı. Avrupa’dan satın alınan aşılar tüplerle taşınıyor ve çiçek aşıları bozulmasın diye en hızlı yoldan ülkeye getirtiliyordu. Avrupa’dan ithal edilen aşılar Tıbbiye’den diğer vilayetlere de gönderiliyordu. Tedavi edilemeyen bulaşıcı hastalıklardan korunmada en önemli gelişme, aşı ve serum üretecek kurumların oluşturulmasıydı. Özel bir çiçek aşısı müessesesi olan Établissement Vaccinogène (Telkîh-i Cederî Ameliyathanesi) 1880’de İtalyan hekim Giovanni Battista Violi tarafından İstanbul’da açıldı. Osmanlı Devleti Avrupa’dan getirtilmekte olan aşı tüplerine büyük meblağlar ödüyordu. Bir defaya mahsus olarak harcanacak bir meblağla İstanbul’da aşı üreten bir Telkihhane (aşı evi) kurulabilirdi. 1892’de Sultan II.Abdülhamid'in iradesi alınınca Tıbbiye’nin Tufeylât-ı Hayvaniye (Parazitoloji) Laboratuvarında çiçek aşısı hazırlanmaya başlandı. Tıbbiye’nin bahçesine inşa edilen devletin resmî aşı evi Telkihhane-i Şâhâne 1894’te açıldı. Böylece, Avrupa’dan çiçek aşısı ithali sona erdi. Uzak vilayetlerin de İstanbul’daki Telkihhane’de üretilen aşıdan yararlanacakları düşünülmüştü. Fakat tüplerle gönderilen aşılar uzak vilayetlere varıncaya kadar yolda bozuluyordu. Sonuçta çocuklar aşılanamıyor ve her yıl birçok çocuk çiçek hastalığından ölüyordu. Çare olarak, uzak vilayetlere de birer aşı evi yapılmasına ve buralara usta aşıcıların gönderilmesine karar verildi. 1898’de Telkihhane içinde bir Dershane açılarak çiçek aşısı hazırlanmasının ve uygulanmasının öğretildiği teknik elemanlar yetiştirilmeye başlandı. Eğitimini tamamlayan aşıcılar uzak vilayetlerdeki aşı evlerine gönderilecekti.
Dâülkelp Ameliyathanesinde Kuduz Aşısı Üretimi
1885’te Pasteur’ün bulduğu kuduz aşısı kuduz köpeğin ısırdığı bir çocuğa uygulandı. Ertesi yıl Sultan II.Abdülhamid, Mekteb‐i Tıbbiye‐i Şahane hocalarından Dr. Alexander Zoeros Paşa, Dr. Hüseyin Remzi Bey ve Veteriner Hekim Hüseyin Hüsnü Beyden oluşan Osmanlı Heyet‐i Fenniyesi’ni Paris’teki Pasteur Enstitüsüne gönderdi. Sultan Pasteur’ü birinci dereceden nişan ile ödüllendirip 10 bin frank bağış yaptı. Pasteur Enstitüsünde kuduz aşısının üretilmesini ve uygulama usulünü öğrenen heyet üyeleri kuduz aşısıyla aşılanmış iki ada tavşanı ile yurda döndüler. Demirkapı’daki Tıbbiye bahçesine yapılan kuduz laboratuarı, Dâülkelp Ameliyathanesi (Kuduz Tedavihanesi) 1887’de hizmete girdi. Burada kuduz aşısı üretildi ve kuduz hastaları tedavi edildi. Zoeros Paşa tıp öğrencilerine kuduz dersleri de veriyordu. Sonradan İstanbul’a uzak bazı vilayetlerde de dâülkelp laboratuarları kuruldu.
Su Buharıyla Mikroptan Arındırma Binası: Tebhirhane
Sadece hastaların ve yolcuların tecrit edilmesi ve koruyucu sağlık uygulamaları hastalıkları önlemede yetersiz kalıyordu. 1870’li yıllarda Pasteur ve Koch gibi bilim adamları bakterilerin hastalık yaptığını kanıtlamıştı. Mikroplar havadan, sudan, topraktan, yiyecek ve içeceklerden, giysi ve diğer eşyadan bulaşıyordu. Hastalık yapan mikroplar yok edilmeliydi. Koruyucu hekimliğin gelişmeye başladığı 19. yüzyılın son çeyreğinde, bulaşıcı hastalık etkenlerini yok etmek için mikroplardan arındırma (tathir ve tanzif - dezenfeksiyon) uygulamasına geçildi. Yiyecek ve içecekler ısıtılıp kaynatıldı, içme suları filtreden geçirildi, giysi ve eşya ilaçlandı. Karantina istasyonlarına ve hastanelere alınan otoklav ve etüv gibi cihazlarla mikroptan arındırma işlemleri yapıldı.
19. yüzyıl sonlarında mikroorganizmaların basınçlı su buharı ile yok edilmesine ‘buhar haline getirme’ anlamında ‘tebhir’ deniyordu. Hastanelerin bir kısmına, bulaşık giysi ve eşyayı mikroptan arındıracak tebhir makinalarının yerleştirildiği münferit yapılar eklendi. Hastalık bulaşmış olabilecek giysi ve eşyanın büyük bir etüvde su buharıyla temizlendiği yere tebhirhane adı verilmişti. Tebhirhane binasında bulaşık ve temiz eşyanın bulunduğu iki bölümün arasına yerleştirilen büyük etüv makinasının iki ayrı kapağı vardı. Kapaklardan biri kirli, diğeri temiz bölüme açılırdı. Hasta evinden alınan bulaşık eşya ile temizlenen eşya ayrı görevliler ve ayrı araçlarla taşınırdı. Tebhirhane memurları kendilerini bulaşık eşyadan koruyan özel iş elbiseleri giyer, pulverizatör cihazı ile mikrop öldürücü kimyasal maddeler (dezenfektanlar) püskürterek bina ve sokakları mikroptan arındırmaya çalışırdı.
Bulaşıcı hastalığa yakalananlar için hastanelerde karantina mekanlarına yer verildi. Karantina ve tebhir bölümleri dışında, sadece tebhir binası olarak hizmet verecek bağımsız yapılar da tasarlanıp inşa edildi. 1893-95 kolera salgınında İstanbul’da Gedikpaşa, Üsküdar ve Tophane semtlerinde birer Tebhirhane yaptırıldı.
Bulaşıcı Hastalıklara Mahsus Hastanelerin ve Koğuşların Açılması
Bulaşıcı hastalık nedeniyle açılan ilk ihtisas hastanesi zührevi hastalıkların tedavisine mahsustu. Bulaşıcı hastalıklarla ilgili tıbbi bilgiler geliştikçe hastane mimarisi de etkilendi. Bazı hastaneler pavyon şeklinde münferit yapılar olarak, bir kısmı da takılıp sökülebilen geçici barakalar olarak inşa edildi. Hastanelerin en uç noktalarına bulaşıcı hastalıklara mahsus koğuşlar açıldı. Mesela, 1890’da İstanbul’da Haseki/ Hamidiye Nisâ Hastanesinde ve 1899’da Hamidiye Etfal (Çocuklar) Hastanesinde birer koğuş verem hastalarına tahsis edildi. Hamidiye Etfal Hastanesinde, kızıl, tetanos, difteri, tifo gibi diğer bulaşıcı hastalıklar için de ayrı ayrı pavyonlar inşa edilmişti. Osmanlı coğrafyasında bulaşıcı hastalıklara mahsus en yaygın açılan hastaneler frengi ve kolera hastaneleriydi.
Frenginin Yayılmasını Önlemek İçin Kurulan Frengi Hastaneleri
19. yüzyılın başlarında Osmanlı-Rus savaşlarıyla, özellikle de Kırım Savaşından (1853-56) sonra Avrupalıların İstanbul’a yerleşmesiyle frengi vakaları artmaya başlamıştı. Yine bu tarihlerde açılan genelevler frenginin ailelere yayılmasını hızlandırmaktaydı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşıyla birlikte frengi daha da hızla yayılarak uzun süreli salgınlar yaptı. Frenginin genelevlerde çalışan kadınlar aracılığıyla yayılmasını önlemek ve hastalıkla mücadele amacıyla 1880’de genelev kadınlarını muayene ve zührevi hastalığa yakalananları hastaneye nakil zorunluluğu getirildi. İstanbul’da eğlence yerlerinin ve meyhanelerin bulunduğu ve yabancıların yerleştiği Beyoğlu semti aynı zamanda fuhuş bölgesiydi. 1883’te genelevlerde çalışan kadınların sağlık kontrolü için Altıncı Daire-i Belediye (Beyoğlu) Nisâ Hastanesi faaliyete geçti. Kastamonu yöresinden İstanbul’a çalışmaya gelenlerin genelevlerden aldıkları frengiyi memleketlerine döndüklerinde evlerine taşımasıyla hastalık Anadolu’ya yayılmıştı. Seyyar sağlık görevlilerince yürütülen frengi tedavisi yetersiz kaldığından yataklı tedavi kurumlarına ihtiyaç duyuldu. 1882’den itibaren Karadeniz bölgesinden başlayarak iç bölgelere doğru frengi hastaneleri açıldı. Anadolu’da, Balkanlarda ve Orta Doğu’da çok sayıda frengi hastanesi -bazısı gureba hastanesi adı altında- faaliyete geçti. Hastanelere yatırılan frengi hastaları, tedavi edilemeyen yaraların, çökmüş burunları ve yaralı dudakların ürkütücü görüntüleriyle gözden ırak olurken, cinsel yolla bulaşan bu hastalığın mağdurları olarak da toplumdan soyutlandılar.
Kolera Salgınlarında Açılan Belediye Hastaneleri
19. yüzyıl aynı zamanda kolera ile mücadeleyle geçti. 1831’de İstanbul’da görülen kolera Batı dünyası için de yeni bir hastalıktı. Şiddetli kusma, ishal, kasılma ve morarmalarla hastaları eritiyordu. 1865’te görülen kolera salgının arkasından ilk belediye hastanesi olan Altıncı Daire-i Belediye (Beyoğlu) Hastanesi hizmete girdi. Burası yabancıların yoğun olduğu bölgeydi. 1893-95 kolera salgınında İstanbul’un on belediye dairesinden herbiri geçici kolera hastanesi açtı. Cerrahpaşa’da kurulan kolera hastanesi daha sonra kalıcı oldu ve günümüzde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi olarak hizmet veriyor. Diğer hastanelerde ise kolera hastalarına özel koğuşların tahsis edilmesiyle hastalar tecrit edilerek tedavi altına alındı. Asker arasında görülen kolera vakaları için takılıp sökülebilen (prefabrik) seyyar hastaneler yapıldı. Bazı hastanelerin bahçelerine hasta çadırları kuruldu. Kolera ileriki yıllarda hac mevsiminde, savaşlar ve göçler sırasında büyük salgınlar yapmaya devam etti.
Bakteriyolojihane’nin Kurulması
On-yirmi yıl arayla salgın yapan ve pis-kokuşmuş havaya atfedilen koleranın etkeni 1884’te Koch tarafından bulunduktan sonra kapalı kanalizasyon sisteminin, temiz su temininin, çöplerin toplanmasının önemi iyice anlaşılmıştı. Kirli atık sular içme suyuna karışmamalı, sebze ve meyveler kirli suyla yıkanmamalıydı. Koleranın yayılmasını engellemek için sular bakteri bilimine uygun olarak analiz edilmeliydi. Bulaşıcı hastalıklarda bakteri incelemeleri yapılarak hastalık etkeninin tayini gerekmekteydi. 1893’te patlayan kolera salgını, salgın hastalıklardan korunmaya yönelik kurumlaşmanın devam etmesini sağladı. Bakteriyolojik tetkik ile hastalığın teşhisini koyacak bir laboratuvara ihtiyaç vardı. Demirkapı’daki Tıbbiye’nin bahçesine bir bakteriyoloji laboratuarı (Bakteriyolojihane-i Şahane) inşa edildi. 1894’te kurumun başına getirilen Dr. Maurice Nicolle askeri tıp ve veterinerlik öğrencilerine bakteriyoloji eğitimine başladı. Tıp mezunlarının bakteriyoloji ihtisası için Avrupa’ya gönderilmesine gerek kalmamıştı. Bakteriyolojihane’de bakteriyolojik tetkikler yapılıyor, aşı ve serumlar üretiliyordu. İnsana bulaşan hastalıkların yanı sıra ekonomiyi etkileyen hayvan hastalıklarıyla da ilgilenen Dr. Nicolle, Veteriner Adil Bey ile birlikte sığır vebası etkeninin süzgeçten geçtiğini ve bir virüs olduğunu kanıtladı ve sığır vebası serumunu üretti. 1895 yılında difteri serumu üretimine geçildi. İleriki tarihlerde çeşitli hastanelerde bakteriyoloji laboratuarları ve başka vilayetlerde de yeni bakteriyolojihaneler kurulacaktı.
**
Mikrobiyoloji gelişip antibiyotik çağı başladıktan sonra bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de eski karantina binaları fonksiyon değiştirecek ya da yıkılacak, bulaşıcı hastalıklara mahsus hastaneler genel hastanelere dönüştürülecek, intaniye-enfeksiyon servisleri daraltılacaktır.