Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi

Türkiye'nin ilk tıbbi bitkiler bahçesi
ekosistemimizin farkına varmak için fırsat sunuyor..

Kimyasal katkısız yetişen 700'ü aşkın tıbbi bitki,
sera, herbarium, laboratuar..

Sağlık Çevre Okulu, staj imkanı, yayınlar,
tez-proje ve kurum destekleri..

Geçmişle bugünü buluşturan
geleneksel tıp festivali..

Biyoçeşitliliğin korunup geliştirilmesine,
tıbbi bitkilerin etkin ve güvenli kullanımına katkı..

Uz.Dr. Zeynep Belbez

 

Zihin-beden tıbbı, batı tıbbında 20-30 yıllık geçmişi olan bir kavramdır. Son yıllarda bu alanda hızlı ve önemli gelişmeler olmuştur. Kavramlar pratik uygulamalarla hayata geçirilmekte ve uygulamalar gittikçe yaygınlaşmaktadır.

Son yıllarda tıpta yeni kavramların ortaya çıkması ve gelişmesi tıptaki dengelerin değişmesiyle ilgilidir. Zaman içinde, tıbbın bilim ve sanat yönleri arasındaki denge ile teknolojik ve insani yaklaşımlar arasındaki denge hızla bilim ve teknoloji yönüne kaydı. Öyle ki, tıbbın bilim olmanın yanında sanat olduğu unutulmaya başlandı. İnsana hizmet eden bir araç olması gereken teknoloji insanı yönetir hale geldi.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında bilimsel ve teknolojik gelişmelerde ani bir sıçrama yaşandı. Penisilin seri üretime geçti. Benim neslim, çocukluğunda antibiyotik nedir bilmedi diyebilirim. O dönemde sülfamitler vardı. Sonra penisilin iğneleri, arkasından da diğer antibiyotikler geldi. Öyle ki, öğrenciliğimde öğrendiğim klasik zatürre tablosuyla hekim olduktan sonra birkaç kez karşılaştım. Geçenlerde, tifo ve kolera aşılarının Türkiye’de artık bulunmadığını öğrendim. Çünkü tedavileri aşıdan daha ucuza geliyormuş.

Akut ve bulaşıcı hastalıklarda tıp mucizeler yaratabiliyor (sıtma hastalığında olduğu gibi). Ancak, her ne pahasına olursa olsun hayatın uzatılmasını sağlayan, hayat süresini hayat kalitesinin önüne alan bu gelişmeler sonucunda çeşitli sorunlar ortaya çıktı. Ağır hastalar ve onların yakınları acı tecrübeler yaşamaya başladılar ve palyatif bakım bir uzmanlık dalı haline geldi.

Hastanın evine giden, aileyi yakından tanıyan eski hekimler gerilerde kaldı. Bilimin ilerlemesi üst düzey uzmanlaşmayı zorunlu kıldı. İnsanı bir bütün olarak gören eski tıp anlayışı kayboldu. İnsan vücudu birbirinden bağımsız parçalardan ibaretmiş gibi görülmeye başlandı ve her parçanın dilinden başka bir hekim anlar oldu. Örneğin, gastroenteroloji uzmanına giden bir kişi endoskopik görüntüden ibaret hale geldi. Endoskopi sayesinde ülseri bütün ayrıntılarıyla görmek mümkün olsa da, ülsere yolaçan sosyal, kültürel, psişik, ekonomik şartlar endoskopinin görüş alanı dışında kaldı. Uzmanlaşmanın diğer etkisi de hekimlere büyük bir güç ve ayrıcalık sağlaması oldu. Hekim otoritesi fazlasıyla güçlendi. Hastalar soru sormaktan bile çekinir hale geldi ve sonunda, özellikle kronik bir hastalığı olanlar bu otoriter ilişkiden rahatsızlık duydular.

Kronik dejeneratif hastalıklar (romatizmal hastalıklar, damar sertliğine bağlı kalp ve beyin hastalıkları, kanser vb.) günümüzde en çok ölüme neden olan hastalıklardır. Bu hastalıklardan muzdarip kişilerin hekim ve hastahane tecrübeleri hastalığın kendisi kadar yıkıcı olabilmektedir. Hayatı hakkında söz sahibi olamayan hasta pasif ve muhtaç hale gelmekte, çaresizlik hissine kapılmaktadır. Çoğu zaman, tercihleri ve değerleri dikkate alınmadan verilen kararları uygulamak ve bu kararların sonuçlarına katlanmak zorunda kalmaktadır. Bu durum, hastalığın sebep olduğu fiziksel rahatsızlıklar ve kısıtlamalar kadar acı vericidir. Hasta olmanın yarattığı bu ruh hali fiziksel şikâyetlerle başetmeyi güçleştirmekte, fiziksel şikâyetler arttıkça çaresizlik ve depresyon artmaktadır. Yani bir kısırdöngü meydana gelmektedir. Modern tıp bu kısırdöngüyü kırmakta oldukça zorlanmıştır. Sonunda hekimler hem tıbbın yaklaşımını hem de kendi yaklaşımlarını sorgulamaya başlamışlardır. Çünkü hastalar kadar hekimler de bu durumdan şikâyetçidir. Modern tıp, yüzyıllar boyunca tıbbın temelini oluşturan felsefi yaklaşıma pek rağbet etmemiştir, fakat bugün içine düştüğümüz kısırdöngüden felsefi yaklaşımın yardımı olmadan çıkmanın mümkün olmadığı anlaşılmıştır. Böylece, bir hayat tecrübesi olarak hastalık, insanların hastalıklara yükledikleri anlamlar, bu anlamların iyileşme sürecine etkileri gibi teknik yaklaşımın gözardı ettiği konular tartışılmaya ve incelenmeye başlamıştır.

Zihin-beden tıbbı, tıbbın bu yeni döneminde gelişmiştir. Kavramsal olarak hâlâ gelişip şekillenmekte olduğu için tanımını yapmak zordur. “Zihnin bedenle ilişkisinin farkına varmak ve bu farkındalığı tıp pratiğine yansıtmak”, “düşüncelerin sağlığı etkilediğini kabul etmek ve buna göre davranmak”, hatta “zihin ve beden diye bir ayrımın olmadığını kabul etmek” diye tanımlanabilir. Bunlar yalnız felsefi yaklaşımlar değil, bilimsel anlayış çerçevesinde incelenip olabildiğince maddi bir temele dayanan tanımlardır. Tanım henüz oturmadığından, bu ad altında sunulan uygulamalar da bazı farklılıklar gösterebilmektedir.

Günlük hayatta, “yüreğim daraldı”, “kalbim parçalandı”, “ciğerim yanıyor” gibi deyimler kullanırız. Korkudan dudağımız uçuklar, sıkıntıdan kurdeşen dökeriz. Eskiden derdimizden verem olurduk, şimdilerde kanser oluyoruz. Hepimizin duyduğu ve kullandığı bu ifadeler, zihin-beden etkileşimini bildiğimizi göstermektedir. Günlük konuşma dilimize girecek kadar tanıdık bir kavramdır. Biliyoruz ama bildiğimizin farkında değiliz.

Halbuki düşüncelerimizin sağlığımızı etkilediğini farketmek hayatımızı kurtarabilir. Norman Cousins’ın hayatını bu farkındalık kurtarmıştır. Yazar ve editör Norman Cousins, BirHastalığın Anatomisi (Anatomy of an Illness)[1] adlı kitabında hastalığının olağanüstü hikâyesini anlatmıştır. Cousins, 1964 yılında, 49 yaşındayken adı konulamayan bir tür romatizmal hastalığa yakalanır. Yüksek ateş ve eklemlerinde şiddetli ağrılarla hastahaneye yatar. Ağrıdan neredeyse hiçbir eklemini hareket ettirememektedir. Doktorlar artık eskiye dönüş olmadığını, yani hiçbir zaman eskisi gibi aktif olamayacağını söylediklerinde hastalığı konusunda iradeyi ele almaya; kendi ifadesiyle, “pasif bir gözlemci olmaktan daha fazla şey yapması gerektiğine” karar verir. 10 yıl kadar önce okuduğu Hans Selye’nin Hayatın Stresi(The Stres of Life) adlı kitabını hatırlar. Selye bu kitapta, öfke ve kızgınlığın vücut kimyası üzerindeki olumsuz etkilerini anlatmıştır. Cousins, Selye’nin gözlemlerinin tersinin mümkün olabileceğini düşünür. Yani sevgi, ümit, inanç, gülme, yaşama arzusu gibi pozitif duyguların vücut kimyasını hastalıklarla başedecek şekilde değiştirebileceğini varsayar. Gülmenin en kolay yöntem olduğuna karar verir. Yıllardır tanıdığı ve iyi dost olduğu doktorunun da onayını alarak bir otel odasına yerleşip komik filmler seyreder, komik hikâyeler dinler ve kahkahalarla güler. Günde 38 muhtelif ağrı kesiciyle ancak kontrol edilebilen ağrılarının 10 dakika kahkahalarla güldükten sonra geçtiğini, en az 2 saat rahat uyuyabildiğini görür. 8 gün sonra ağrısı neredeyse kalmamıştır. Bu tecrübesini 1979 yılında kitap haline getirir. Bir Hastalığın Anatomisi kısa zamanda best-seller olur. Yazarlığın yanısıra, UCLA’da (University of California, Los Angeles) biyodavranışsal bilimler hocası olarak ders vermeye başlar. Cousins, başından geçenlerle ilgili şunları söylemiştir:

“Bütün bu olanlardan ne sonuç çıkarttığıma gelince: Birincisi, yaşama arzusu soyut bir kavram değil, tedavi edici özellikleri olan fizyolojik bir gerçekliktir. İkincisi ise, esas görevinin hastanın yaşama arzusunu sonuna kadar desteklemek; zihin ve bedenin bütün doğal iyileştirici güçlerini harekete geçirmek olduğunu bilen bir doktora sahip olduğum için çok şanslıydım.”

Cousins Afrika’ya gidip Dr. Albert Schweitzer ile röportaj yapmış, daha sonra da Schweitzer ile ilgili bir kitap yayınlamıştır. Bir Hastalığın Anatomisi’nde de Schweitzer’den bahsetmiştir. Afrika’da bir büyücü doktoru “meslektaşım” diye tanıştıran Schweitzer, büyücü doktor ile kendisinin çalışma tarzları arasında pek fark olmadığını belirtmiş ve şöyle demiştir: “Her hasta doktorunu içinde taşır ama bunun farkında değildir. Bizim yapacağımız en iyi şey, hastanın içindeki doktorun harekete geçmesine imkân sağlamaktır.”

Zihin-beden tıbbının temelini oluşturan zihin-beden etkileşiminin modern tıbbın tarihindeki gelişimi şöyledir: Atalarımız, yani mağara devri insanları bir tehlikeyle karşı karşıya kaldıklarında canlarını kurtarmak için saldırıp savaşmak veya kaçmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle, bedenin kendini tehlike anında saldırmaya veya kaçmaya hazırlaması hayati öneme sahip olmuştur. Tehlike durumlarında bedende meydana gelen değişiklikler evrim boyunca şekillenip günümüze kadar taşınmıştır. Stres karşısında bedende meydana gelen bu değişikliklere ilk kez 1910’lu yıllarda, modern psikosomatik tıbbın öncülerinden biri olarak kabul edilen Harvardlı fizyolog Walter Cannon (1871-1945) dikkat çekmiştir. Cannon, sindirim sistemi konusunda hayvan deneyleri yaparken, korku ve gerginlik gibi duygusal uyarılarla sindirim sistemindeki hareketlerin yavaşlayıp durduğunu, hayvan sakinleştikten sonra tekrar başladığını gözlemlemiştir. Bunun bir tür “saldır veya kaç cevabı”ndan kaynaklanabileceğini düşünmüştür. Beden, bir ölüm-kalım meselesi sözkonusu olduğunda, sindirim hareketlerinde olduğu gibi, o an için çok gerekli olmayan faaliyetlerini beklemeye alıp burada kullandığı kanı acil önem taşıyan bölgelere, örneğin adalelere yönlendirmektedir. Cannon, araştırmalarını bu konuya odaklamış ve bedenin stres karşısında ne gibi değişiklikler gösterdiğini tespit etmiştir.

Bizler günlük hayatımızda vahşi hayvanlarla karşılaşmasak da, yaşadığımız diğer stresler, Cannon’un “acil durum tepkisi” (emergency reaction) diye tanımladığı değişikliklere sebep olmaya devam etmektedir. Bu değişiklikler insanı saldırmaya ve kaçmaya hazırlamaktadır. Kasların gerginliği artmakta, daha çok çalışabilmeleri için kol ve bacaklara giden kan miktarı artmakta, kalp daha hızlı kan pompalamakta, kan basıncı artmakta, vücudun artan oksijen ihtiyacını karşılamak üzere solunum sayısı artmakta, sonuç olarak metabolizma hızlanmakta, yani vücut daha hızlı çalışıp daha hızlı yakıt tüketmeye başlamakta, bu değişikliklerin meydana gelmesi için sinir sistemi ile hormonlar birlikte çalışmaktadır.

Cannon’un konumuz için önemli bir başka katkısı da “homeostasis” kavramıdır. Bu kavram, bedenin her zaman normal dengesini bulmaya yönelik olarak çalıştığına işaret etmektedir. Çeşitli iç ve dış unsurlarla bu denge sürekli bozulup yeniden kurulmaktadır. Örneğin, vücut ısımız dış koşullar ne olursa olsun sabit kalabilmektedir. Soğukta titreriz, çünkü bedenimiz ısı kaybını önlemek için damarlarımızı daraltarak dış ortamla teması azaltır. Koşunca terleriz, çünkü bedenimiz fazla çalışıp ısınmıştır ve ter yoluyla fazla ısıyı atar. Homeostatis, bedenin iç haberleşmesinden, yani tüm sistemlerin işbirliği içinde çalışmasından bahsetmektedir. Bedenin dengeli hali, sağlıklı halidir. Beden bu sağlıklı hali korumaya çalışır. Cannon, 1930’larda homeostatis kavramını açıkladığı Bedenin Bilgeliği (The Wisdom of the Body) adlı kitabında bedenin aklından ve bilgeliğinden bahsetmiştir. Bedenin iç haberleşmesi, zihin-beden tıbbının yapı taşlarındandır.

Zihin-beden etkileşimi konusuna çok önemli katkıları olan bir başka bilim adamı da 1930’lu yıllarda bizi “stres” kavramıyla tanıştıran Dr. Hans Selye’dir (1907-1982). Yüksek tansiyon, mide ve onikiparmak bağırsağı ülserleri gibi hastalıkların stres kaynaklı olduğunu ilk söyleyen kişidir. Araştırmaları sonucunda, stres veya gerginliğin hastalıkların ortaya çıkmasında önemli bir role sahip olduğuna karar vermiştir. Selye’ye göre her tür stres günlük yaşamımızı sürekli olarak etkilemekte ve hayat boyu karşılaştığımız sorunlar karşısında gösterdiğimiz duygusal tepkiler hasta olup olmamamızı belirlemektedir. Selye, bizi hasta edenin aslında stres değil, distres (stres karşısındaki korku, endişe, mutsuzluk gibi olumsuz duygular) olduğunu söylemiştir. Endokrinolog olan Selye, nöroendokrin faktörlerin, yani sinir sistemi ve hormonların pekçok hastalıkta önemli role sahip olduğunu, beyinden gelen uyarıların hormonları etkileyerek vücudun çalışmasını değiştirebileceğini belirtmiştir. Selye’nin tespitinden yarım yüzyıl sonra, bağışıklık sisteminin çalışmasıyla ilgili bilimsel gelişmeler ile beyin ve reseptör kimyasındaki yeni buluşlar onun ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.

1943 yılında, İsviçreli fizyolog Dr. Walter Hess, kedide beynin belli bir bölgesini uyardığında saldır veya kaç cevabının ortaya çıktığını, farklı bir bölgeyi uyardığında ise ilkinin tam karşıtı bir fizyolojik cevap oluştuğunu görmüştür. Hess, bu ikinci cevabın, aşırı strese karşı koruyucu bir mekanizma olduğunu ve vücudun onarıcı güçlerini seferber ettiğini ileri sürmüştür. Bu çalışmaları kendisine 1949 Nobel Tıp Ödülü’nü kazandırmıştır.

Walter Hess’in kedide tespit ettiği stres karşıtı fizyolojik cevabın insanda da ortaya çıkabileceği 1970’lerde anlaşılmıştır. Harvard Tıp Fakültesi’nden Dr. Herbert Benson, hipertansiyon ile stres arasındaki ilişkiyi araştırırken, meditasyon (derin gevşeme) yapan kişilerde tansiyon ve kalp hızının düştüğünü, oksijen tüketiminin, dolayısıyla bazal metabolizmanın yavaşladığını tespit etmiştir. Bu yavaşlama uykudakinden daha çabuk oluşmakta ve uykudakinden daha aşağı seviyelere inebilmektedir. Uykudan faklı olarak, derin gevşeme sırasında REM’e rastlanmazken, beyinde alfa dalgaları belirginleşmekte, yoğunluk ve sıklıkları artmaktadır. Kan laktat seviyesinin de derin gevşeme sırasında anlamlı derecede düştüğü tespit edilmiştir. Anksiyete ve gerginlik durumlarında derinin elektrik akımına direnci azalırken, derin gevşemeyle önemli ölçüde artmaktadır. Sonuç olarak, derin gevşemenin kendine özgü bir fizyolojisi olduğu söylenebilir. Benson, bu özel fizyolojik durumu “gevşeme cevabı” (the relaxation response) olarak adlandırmıştır. Gevşeme cevabını ortaya çıkartmanın kolaylıkla öğrenilebilmesinin pekçok hastalığın tedavisinde önemli olduğunu gören Benson, çalışmalarını bu alanda odaklamış ve yaptığı klinik araştırmalarla zihin-beden tıbbının öncüsü olmuştur. Benson’un 1975 yılında yazdığı Gevşeme Cevabı (The Relaxation Response) adlı kitap, geçen 25 yıl içinde 4 milyonun üzerinde satmış ve 13 dile çevrilmiştir. Kitabın 25. yıldönümü baskısının önsözünde şöyle denmiştir: “30 yıl önce Harvardlı bir doktor ve araştırmacının stresin sağlık sorunlarına katkısı olabileceğini ortaya atması ve zihinsel odaklanma tekniklerinin beden için faydalı olduğunu gösteren çalışmalar yayınlaması bilime küfür gibi görülüyordu. Bugün ise zihin ve beden arasındaki çok yönlü ve yakın ilişkinin varlığından kimse şüphe etmiyor.”

1970’lerde beyin kimyası ve reseptörlerle ilgili önemli buluşlar zihin-beden etkileşiminin nasıl gerçekleşebildiğinin kısmen anlaşılmasını sağlamıştır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için önce kısaca reseptörlerden ve nörotransmitterlerden bahsetmek gerekir.

Hücrenin faaliyete geçebilmesi için bir uyarıya gerek vardır. Bu kimyasal bir uyarıdır. Tetikleyici bir molekül, hücre zarında bulunan ve “reseptör” adı verilen diğer bir molekülle birleşir. Bu olay, anahtarın kilide girmesine benzetilmiştir. Uygun anahtar uygun kilide girdiğinde hücre içinde bir seri kimyasal olay başlar ve hücrenin iş yapması sağlanır. Sinir hücresi tetikleyicilerine “nörotransmitter” denir. Sinir hücreleri, birbirleriyle ve diğer hücrelerle nörotransmitterler aracılığıyla temasa geçer.

Yıllardır morfin ve benzeri maddelerin vücutta etkili olabilmesi için hücrede bu maddelere has bir reseptörün varolması gerektiği düşünülüyor ve araştırılıyordu. Nihayet 1972 yılında, Johns Hopkins Üniversitesi’nden Pert ve Snyder’in çalışmaları neticesinde, “opioid reseptörü” adı verilen bu reseptör bulundu. Vücutta bir opioid reseptörü olduğuna göre, vücut doğal olarak bu reseptöre uyan, onu tetikleyen, morfin benzeri bir madde salgılıyor olmalıydı. Opioid reseptörünün bulunmasından birkaç yıl sonra bu doğal maddeler de keşfedildi.

1975 yılında, İskoçya’daki Aberdeen Üniversitesi’nden Hughes ve Kosterlitz’in çalışmaları bu maddelerin varlığını ve yapısını ortaya çıkartmıştır. Bunlara, “vücudun ürettiği morfin” anlamına gelen “endorfin” adı verilmiştir. Opioid reseptörü ile endorfinlerin keşfi, reseptör kimyası alanındaki çalışmalara hız kazandırmış ve zihin-beden ilişkisinin moleküler seviyede işleyişinin anahtarları elde edilmeye başlanmıştır. Bu keşifleri sağlayan araştırma yöntemlerinin açıklanmasıyla çok sayıda yeni reseptör ve nörotransmitter keşfedilmiştir. Vücudun, nöropeptidler ve bunların reseptörleri aracılığıyla işleyen olağanüstü bir haberleşme ağına sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Böylece, 1970’lerden sonra, duygu ve davranışların moleküler seviyede anlaşılmaya başladığı yeni bir döneme girilmiştir.

İlk kez 1981 yılında Psikolog Dr. Robert Ader tarafından kullanılan “psikonöroimmünoloji” terimi tıp terminolojisindeki yerini artık sağlamlaştırmıştır. Ader bu deyimi kullandığında, immünolojinin, yani vücudun bağışıklık sisteminin diğer sistemlerden bağımsız çalıştığına inanılıyordu. Ader, farklı bir konuda çalışırken tesadüfen karşılaştığı şaşırtıcı bir deney sonucunun peşine takılarak bağışıklık sisteminin duyularla etkileşimini deneysel olarak göstermiştir. Farelere sakarin ile tatlandırılmış, bağışıklık sistemini güçlü şekilde baskılayan bir ilaç vermiştir. Bir süre bu ilacı alan farelere daha sonra yalnız sakarin verildiğinde bağışıklık sistemlerinin yine baskılandığı görülmüştür. Yani, zihin ve beden, sakarin tadı ile bağışıklık sisteminin baskılanması arasında bir ilişki kurmuş, bir tür şartlı refleks geliştirmiş ve bunu unutmamıştır.

Hafıza konusundaki çalışmalarıyla 2000 yılı Nobel Tıp Ödülü’nü alan kazanan Eric Kandel, hafızanın yeni sinapsların gelişmesiyle gerçekleştiğini ve uzun süreli hafızanın yeni proteinlerin yapımını gerektirdiğini göstermiştir. Yeni protein yapımı, genetik ifade (genetik aktivasyon) ile ilgili olduğuna göre, Kandel’in çalışmaları, hayat tecrübemizin genetik ifade üzerindeki etkisini göstermiştir.

Nörotransmitterler aslolarak beyinde üretilmelerine rağmen, vücudumuzun hemen her dokusu bu molekülleri üretir veya onlar tarafından tetiklenir. Böylece bedenimizdeki tüm sistemler nörotransmitterler sayesinde bilgi alışverişinde bulunur ve birbiriyle haberleşir. Bu moleküller hücresel seviyede hayatımızı yönetir. Nörotransmitterlerin en yoğun olarak üretildiği yerler beynin duygularla ilgili bölümleridir. Böylece bilinçli veya bilinç dışı her duygumuz hücrelerimizi ve fizyolojimizi etkileyebilmektedir.

Çeşitli nörotransmitterler ve reseptörler aracılığıyla beyin ve çeşitli organlar ile çeşitli hücrelerin kendi arasında bilgi alışverişi sağlanmakta; bu sayede duygular, davranışlar ve beden fizyolojisi birbirlerini karşılıklı olarak etkileyebilmektedir. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde beyin bilimi araştırma programının kurucusu Francis Schmitt, 1984 yılında, çeşitli nörotransmitterler, nöropeptidler, hormonlar, faktörler ve protein ligandlarını “enformasyon molekülleri” olarak adlandırmıştır. Opioid reseptörünü keşfederek reseptör kimyasının kapısını açan Candace Pert ise bu moleküllere “duygu molekülleri” demiştir.

Bütün bu çalışmalar zihin-beden ilişkisini elle tutulur şekilde ortaya koyarken, zihnin beyinle sınırlı olmadığı fikrinin de tartışılmasına yolaçmıştır. Zihin ve beden ayrımının doğru olup olmadığı sorgulanmaya başlamıştır. Bu, hayat görüşümüzde, kendimizi tanımlamamızda önemli değişikliklere yolaçabilecek uzun soluklu bir sorgulamanın başlangıcı olarak görülebilir.

 

Uygulamalar

1988 yılında Harvard Tıp Fakültesi’nde kurulan Zihin Beden Enstitüsü, araştırma sonuçlarını uygulama alanına taşımıştır. Zaman içinde diğer fakülte ve kuruluşlarda da benzer çalışmalar başlamıştır. Enstitünün tanımı şöyledir: “Zihin-beden tıbbı, zihnin ve bedenin doğal iyileştirici kapasitelerini güçlendirmek amacıyla, modern bilimsel tıp, psikoloji, bakım, beslenme, eksersiz fizyolojisi ve inancı birleştirir.” Bu tanım, “sağlık konusunda kişisel olarak sorumluluk üstlenmek, kendi bakımını sağlamak” diye çevirebileceğimiz “self-care” kavramını öne çıkartmakta; meditasyon, gözönünde canlandırma ve benzeri uygulamaları kapsamaktadır.

Beyaz Saray TATP Komisyonu raporunda, “Zihin-Beden Etkileşimine Dayanan Uygulamalar” başlığı altında, meditasyon, hipnoz, amaca yönelik hayal kurma, dans terapisi, müzik terapisi, resim terapisi, dua ve zihinsel şifaya yer verilmiştir.

Uygulamalar, çeşitli yöntemlerden yararlanarak, bedenin stresle başa çıkmayı öğrenmesini, gevşeyebilmesini ve kendi iyileştirme gücünü harekete geçirmesini sağlamaya yöneliktir. Hasta destek grupları şeklindeki çalışmalar da bu alandaki uygulamalar arasında yeralmakta ve gittikçe yaygınlaşmaktadır.

Kendini iyileştirme gücünün harekete geçmesinde insan ilişkilerinin büyük rolü olduğuna, hasta-hekim ilişkisinin başlı başına iyileştirici etkisi olduğuna inanıyorum. Bu etkinin varlığını öncelikle hastalarımdan öğrendim. Daha sonra, çeşitli tıp dergilerinde, bu konuda yapılmış çalışmalara rastladım; hepsi hasta-hekim ilişkisinin iyileşmedeki önemine işaret ediyordu.

İnsanın iyileşme gücünü harekete geçiren unsurların başında sevgi, güven ve inanç geliyor. Hayata bakışımızda, yaşamımızı yönlendirmede korku yerine sevgiyi öne çıkartabilir, günlük hayattaki sıradan seçimlerimizi korku yerine sevgi temelinde yapabilirsek sağlığımızın fayda göreceğine; hekim olalım olmayalım, sevgi ve ilgiyle yaklaştığımız herkese yardım edebileceğimize inanıyorum. 



[1] Bu kitap ülkemizde Hasta Gözüyle Hastalık adıyla yayınlanmıştır. (Dharma Yayınları, 2003)